5 Ağustos 2009 Çarşamba

Total Futbolun Yaratıcısı: Rinus Michels


Total futbol akımını Rinus Michels’in, Ajax ve Hollanda Milli Takımları’nda başlattığı bilinir genelde. Ama bunun da öncesinde, 1950’li yıllardaki efsanevi Macar Milli Takımı’nın da, total futbol anlayışına yakın bir futbol sergilediği söylenegelir. Gyula Grosics, Jozsef Bozsik, Sandor Kocsis, Zoltan Czibor ve Ferenc Puskas’lı kadrosuyla o yıllarda harika futbol oynayan, Wembley’de 6-3’lük skorla İngiltere’ye tarihinin en acı yenilgisini yaşatan “Mighty Magyars” lakaplı Macar Milli Takımı, total futbolu hangi ölçüde sahaya yansıttı, veya yansıtabildi mi, bilemiyoruz. Ama kesin olan şey, her ne kadar Macar Milli Takımı, o dönem oynadığı futbolla total futboldan bazı esintiler sunsa da, bu anlayış ve bu devrimin ayak sesleri, ilk ve tam olarak Rinus Michels’in futbol aklında yaşam buldu. Bir düşünce olmaktan çıkıp bu anlayışın ortaya konup şekillenmeye başlaması ise, ilk önce Ajax’ta, sonra da Hollanda Milli Takımı’nda vuku buldu.

1928 yılında Hollanda’nın Amsterdam kentinde doğan Michels, futbolla 9 yaşına bastığı doğum gününde, aldığı futbol ayakkabısı ve Ajax formasıyla birlikte tanışır. 9 yaşında ilk formasına sahip olduğu ve belki de o formaya sahip olduğu gün, ileride bir gün o formayı giyme hayalleri kuran Michels, bu hayallerine 1946 yılında kavuşur. 18 yaşında, henüz gencecikken, A takıma yükselme başarısını gösterir. Ajax formasıyla sahaya çıktığı henüz ilk maçta, takımı ADO’yu 8-3 mağlup eder, Michels bu 8 golün 5’ine imzasını atar. O gün, rüştünü ispatlıyordu adeta. Sonrası çorap söküğü gibi gelecekti zaten. O günlerde sıradan bir kulüp olan, ama Rinus Michels’in dehası sayesinde 1970’li yıllarda futbol sahnesinin en ışıltılı kulüplerinden birine dönüşecek olan Ajax’ta 12 sezonda 264 maça çıkıp 122 gole imzasını atar. Henüz, A takıma ilk yükseldiği sezonda şampiyonluk yaşar Ajax’la, ama futbolculuk kariyerindeki 2. ve son şampiyonluğu için tam 10 yıl bekler. 1957 yılında gelen şampiyonluğun 1 yıl sonrasında Ajax’taki futbolculuk kariyerine genç sayılabilecek 30 yaşında, yaşadığı sakatlıklar sebebiyle noktayı koyar.

Futbolu bıraktıktan 2 yıl sonra, 32 yaşında amatör kulüplerde teknik direktörlük kariyerine başlar. Amatörde yaşadığı 5 yıllık teknik direktörlük tecrübesinin ardından, Ajax kulübünün yetkilileri onu artık hazır bir teknik adam olarak görmüş olacaklar ki, 1965 yılında takımın başına getirirler. Takımın başına geldiği daha ilk yılda, kafasındaki futbol anlayışını yeşil çimlerin üzerine geçirir. Sonrası art arda başarılar… 66, 67, 68 ve 70 yıllarında gelen lig şampiyonlukları ve 3 Hollanda Kupası’nın kreması 1971 yılında kazanılan Şampiyon Kulüpler Kupası olur. Aslında, o zamanlar en prestijli kupa olan Şampiyon Kulüpler Kupası için “krema” demek pek doğru olmayabilir..! Dolu dolu 6 yılın ardından Ajax’tan ayrılıp Katalunya’ya, Barcelona’ya, geçiş yapar Michels. Barcelona’yı çalıştırdığı ilk 4 yıllık dilimde yalnızca 1 La Liga şampiyonluğu kazanır, ama bu onun 1974 Dünya Kupası’nda Hollanda Milli Takımı’nın başına getirilmesi için bir sorun teşkil etmez. Belki de o zamanlar “Koskoca Barcelona’yı 4 yılda 1 kez şampiyon yapabilmiş. Ajax’taki başarısı da yardımcı antrenörleri sayesindeydi!” diyen bir spor medyası yoktu Hollanda’da. Aslına bakılırsa, Hollanda insanı genel olarak aceleyi sevmez, sabretmenin bir erdem olduğunu bilir. Onlara göre her şey, bir plan ve düzen içerisinde yürümelidir. 20-30 yıl sonra yer altındaki suların patlayacağını öngörüp bunun önlemini şimdiden alan bir millet için, fazla garipsenmemeli bu karar...


Gelelim, Almanya’da düzenlenen meşhur 1974 Dünya Kupası’na. O zamanlar Berlin Duvarı’yla ikiye ayrılmış olan Almanya’nın iki yakası aynı gruba düşerler turnuvada. Doğu’su 5 puanla ilk, Batı’sı 4 puanla ikinci sırayı alıp çıkarlar gruplarından. Diğer yandan Hollanda da fazla zorlanmadan ikinci tura geçer Rinus Michels’in yönetimi altında. Şimdilerde çeşitli paylaşım sitelerinde binlerce kişinin izlediği o zamanın Hollanda’sı, o turnuvanın her maçında insanlara futbolun ne demek olduğunu gösterir, ama gruplardaki ilk Uruguay maçı bir başkadır. O maçtaki futbol ve mentalite gerekli mesajı verir gerekli yerlere. Uruguay’ı sahadan silip, şaşkına çevirir Hollanda. Şimdilerde dillerden düşmeyen ama sadece duyduğumuzla kalan, pratikte gerçekleştiğini nedense bir türlü göremediğimiz “toplu hücum toplu defans” kavramı vuku bulur Hannover şehrinde oynanan maçta. Top cambazı Uruguaylılar, topu ayaklarına alma fırsatı bulamazlar. Aldıklarında da karşılarında kendilerine doğru koşan 10 turuncu forma görürler. Sonuç? Ya top kaybı ve devamında gelişen hızlı hücum, ya da ofsayt! Total futbolu, herhangi bir insandan özetlemesini isterseniz, “toplu hücum toplu defans, sahadaki her oyuncunun her mevkide görev yapabilmesi, gerektiğinde saha içinde bazı görev değişikliklerinin yaşanması ve topun hep sizin ayağınızda olması” der, basit ve doğru bir şekilde. Ama bunun dışında, şimdilerde pek bilinmeyen, o takımın başarılı bir şekilde uyguladığı ofsayt taktiğidir. Rakip takım orta saha civarlarında topa sahipken, kaleci hariç sahadaki 10 futbolcu da sanki birbirlerini içlerini okuyormuşçasına, rakibe belli etmeden, bir anda ve ansızın topa doğru koşmaya başlar. Sonucun ne olduğunu yukarıda yazmıştık… Ayrıca, Galatasaray’ın başına geçen Frank Rijkaard’ın sık sık ofsayt taktiğinden pek hoşnut olmadığını ve kullanmayı sevmediğini vurgulaması da, Rijkaard’ın futbol anlayışının, total futbol anlayışıyla %100 olarak çelişen tek noktasıdır belki de.

Hollanda, gruptaki ikinci maçında İsveç’le 0-0 berabere kalır ve son maçında gruptan çıkabilmek için Bulgaristan karşısına çıkar. Hollanda’ya beraberliğin yettiği maç, 4-1 Portakallar’ın üstünlüğüyle sonuçlanır. Maça, kazanılan 2 penaltı vuruşunu da gole çeviren Johan Neeskens damgasını vurur. O zamanlar statü değişik biraz. Sadece galibiyete 2, beraberliğe 1 puan verilmesi yönünden değil… 16 takımla düzenlenen turnuvada, gruplarını ilk 2 sırada bitiren takımlara ikinci gruplara kalmaya hak kazanıyor ve 4’erli olarak oluşturulan iki grubun liderleri final maçı oynuyorlardı. Hollanda, fazlasıyla zor bir gruba düşmüştü; ama bu zor grubun üstesinden gelmeyi de başarmıştı, saha dışı lideri Michels, saha içi lideri Cruyff olan takım. Üstelik, 3 maçta tek bir gol dahi yemeden.

İlk maçta Arjantin, Johan Cruyff’un 2, Krol ve Rep’in golleriyle hezimete uğratılır. İkinci maçta, Doğu Almanya, Johan Neeskens ve Rob Rensenbrink’in golleriyle geçilir ve grubun son maçında Brezilya ile, tam anlamıyla bir yarı final maçına çıkılır. Arjantin ve Doğu Almanya, Hollanda ve Brezilya ile oynadıkları 2 maçtan da mağlup ayrılmış, son maçlarında da 1’er puanları paylaşmışlardır. Bu maçın başlangıcından bir saat önce, aynı bu maça benzer şekilde Polonya ile yarı final niteliği taşıyan bir karşılaşma oynayan Batı Almanya, Gerd Müller’in golüyle adını finale yazdırıp, rakibini beklemeyi başlamıştı. Rakip, beklenildiği gibi - Brezilya’nın da çıkması bir sürpriz olmayacaktı elbette – Rinus Michels ve onun total futbolu olacaktı.

Finale, Johan ve 2. Johan’ın golleriyle yükselen Hollanda, Münih’teki final maçına da inanılmaz bir başlangıç yapacaktı. Santranın yapılmasıyla birlikte 2 dakika boyunca rakibine topu göstermeyen Hollanda, Cruyff’un ceza alanı içerisinde düşürülmesiyle penaltıyı kazanmıştı. Neeskens, her zaman olduğu gibi geldi, topu beyaz noktaya koydu, vurdu ve gol! O turnuvada insanları büyüleyen ve maçı izleyen çoğunluğun şüphesiz desteğini alan Portakallar’ın, Neeskens’in golünden sonra Dünya’nın en büyüğü olacağına kesin gözüyle bakılıyordu artık. Hollanda, inanılmaz goller kaçırır ilk golden sonra. Sepp Maier, kalesinde devleşir ve 2-0, 3-0 olabilecek maç, 25. dakikada, Bernd Holzenbein’in amiyane tabirle, kendini yere atması penaltıya sebebiyet verir ve Paul Breitner’in gole çevirdiği penaltıyla skora denge gelir. Devrenin sonunda, Gerd Müller ile bir gol daha bulur Almanlar ve ikinci yarıda bunu koruyarak, Dünya Kupaları’nın gelmiş geçmiş en efsanevi takımının ikincilikle yetinmesine sebep olurlar.


Bu kupanın ardından milli takıma veda eden Rinus Michels, bir yıllığına Ajax’a geri döner. 1 yılın ardından tekrar ayrılır Ajax’tan ve bir kez daha başına geçeceği ve bu kez işi sonuna kadar götüreceği Hollanda Milli Takımı’nın başına tekrar gelene kadar, Barcelona, Los Angeles Aztecs ve FC Köln takımlarını çalıştırır. EURO 88 için tekrar Hollanda Milli Takımı’nın başına geçen Michels’in gruplardaki macerası pek de iyi başlamaz. Zamanın güçlü takımlarından Sovyetler Birliği’ne karşı ilk maçta alınan yenilgi, Hollanda’nın işini biraz zora sokar. İngiltere’ye karşı Marco Van Basten’in hat-trick’iyle 3-1 kazanılan maçın ardından grubun son maçında İrlanda Cumhuriyeti ile ölüm-kalım maçına çıkılır. Ama bu kez, 1974 Dünya Kupası’ndan farklı olarak, Hollanda’ya beraberlik de yetmiyordur. Sıkıntılı geçen maçın düğümünü zamanın PSV’lisi Wim Kieft açar, 80’lerde attığı golle.

1974 Dünya Kupası’nın ev sahibine finalde boyun eğen Hollanda, bu turnuvanın da ev sahibi olan Batı (Federal) Almanya ile yarı finalde karşı karşıya gelir. İki ülke arasındaki nefret inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri, zaten 74’teki final maçına yansımış, o kaybedilen final sonrasında da katlanarak artmıştı. Yarı final maçı, öncesinde çok şeylere gebe olur. Ama şüphesiz, maç anı ve sonrası çok ama çok daha önemlidir. Özellikle, Hollanda basını bu maçı “olmak ya da olmamak” noktasına kadar getirmiştir. Hollandalılar, Almanlar’ı sevmiyorlardı ve bunun sebebi olarak en çok da “kibirli” bir yapıya sahip olmaları olarak gösteriyorlardı. Aynı Hollandalılar, bugün de aynı sıkıntıdan muzdaripler, aslında. Rotterdam şehrinin takımı olan Feyanoord taraftarlarına Ajax nefretlerinin sebebi sorulduğunda “Amsterdamlılar, çok kibirli insanlar, bütün mesele bu” şeklinde yanıt veriyorlar. Kibirli insanları, hiç mi hiç sevmediklerini ve en nefret ettikleri olgunun kibir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, eldeki verilere bakıldığında.

Maça geri dönmek gerekirse… Aynı 1974 finalinde olduğu gibi karşılıklı penaltılar burada da vardır. Ama penaltı gollerinin sırası ve 1-0’dan geri dönen takım bu kez farklıdır. 55’te Lothar Matthaüs öne geçirir Almanlar’ı, 74’te Ronald Koeman cevap verir aynı şekilde. 88’de Marco Van Basten topu ağlara gönderdiğinde “Bisikletlerimizi geri aldık!” diyerek sokaklara fırlayan Hollandalı sayısı, 9 milyona tekabül ediyordu… Hollanda, finalde grupta kaybettiği Sovyetler Birliği’ni Ruud Gullit ve Marco Van Basten’in golleriyle geçerken, tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonluğu’na uzanıyordu aynı zamanda. Gol açısından fazlasıyla kısır geçen turnuvayı Van Basten 5 golle gol kralı olarak tamamlarken, en yakın rakibi Rudi Völler’e de 3 gol fark atıyordu.

Rinus Michels, belki de en büyük hayalini gerçekleştirmişti Hollanda’ya uluslar arası bir alanda kupa kazandırarak. Doymuştu ve yaşlanmıştı da artık. Kısa bir Bayer Leverkusen macerasının ardından son kez sahne aldı 1990-92 yılları arasında Hollanda’nın başında. EURO 92’yi de kazanarak görkemli bir şekilde veda etmek isterdi teknik direktörlük kariyerine o da mutlaka; ama o turnuvanın sürprizi Danimarka, izin vermedi buna. Yarı finalde Van Basten penaltıyı kaçırdı ve Hollanda turnuvaya veda etti. O gün şans Hollanda’nın yanında olsa, finaldeki Hollanda-Almanya maçından, kim bilir daha ne hikayeler çıkacaktı. Olmadı…

1999 yılında FIFA tarafından yüzyılın teknik direktörü seçildi, 6 yıl sonra, 3 Mart 2005’te geçirdiği kalp ameliyatı sırasında başlayan komplikasyonda (karışık, anlaşılamaz, spontane oluşan durum) kurtarılamadı Rinus Michels… Arkasında Johan Cruyff, Frank Rijkaard, Johan Neeskens ve Ruud Gillit gibi efsaneleri bırakarak, göçtü gitti. Bu dörtlüden Ruud Gullit dışında, teknik direktörlük kariyeri anlamında, çürük çıkan olmadı. Geriye kalan 3’ünden 2’si ise, Galatasaray’ın başında. Ne mutlu..!

Hiç yorum yok: