7 Ağustos 2009 Cuma

Liverpool FC: 2009-2010


Geçtiğimiz sezon, uzun bir aranın ardından ilk kez bir şampiyonluk yarışının sonuna kadar içinde kalmayı başaran Liverpool’un 19 yıllık şampiyonluk hasretine son vermek için yapmak istediği hamlelerin önündeki en büyük engel, maddi sorunlar.

6 Şubat 2007 tarihinde kulübün hisselerinin bir kısmını başkan Davis Moores’tan, 218.9 milyon pound karşılığında satın alan George Gillett ve Tom Hicks, sezon bitiminde transfere 75 milyon euro harcayarak Liverpool tarihine geçmişti. Satılan oyunculardan elde edilen 41 milyon euro’luk geliri de işin içine kattığımızda, ortaya net olarak 34 milyon euro’luk bir rakam çıkıyor. Bu, Liverpool tarihinde bir rekor. 2008-09 yaz transfer dönemi de çok farklı olmadı, Liverpool için. Harcanan 64 milyon euro, kulüp tarihinde 2007-08 Sezonu’ndaki 75 milyon euro’luk hemen arkasına yerleşti.

Liverpool, tüm bunların neticisinde hiç de fena olmayan bir takım kurdu. Ama, son 2 sezonda tüm bu harcanan paraya rağmen Premier Lig de dahil olmak üzere, hiçbir kupa kazandırılamadı müzeye. Elde sadece, 2008-09 Sezonu’ndaki verilen şampiyonluk mücadelesi bulunuyor. Taraftarlar, George Gillett & Tom Hicks ortaklığından pek memnun değil. Amerikalı sahipler de kulübü ellerinden çıkarmak istiyorlar, ekonomik kriz sebebiyle. Dubai’li talipleri var kulübün; ama taraftarlar, bu satışa şiddetle karşı. Kulübün zengin bir para babasına satılıp, onun elinde oyuncak olmasını istemiyorlar. “Share Liverpool” adı altında bir girişimleri söz konusu. Plana göre, 100.000 taraftar 5.000 euro ödeyecek ve toplamda 500 milyon euro ile kulüp satın alınacak. İngiltere’nin en alt liglerinden birinde böyle bir durum söz konusu, ama bahsi geçen takımın Liverpool olması, bu girişimin sadece platonik olarak kalmasına sebep olacaktır muhtemelen.

Kulübü satmak isteyen sahiplerin harcama yapmak istememesi, doğal karşılanır genelde. Liverpool’da da durum böyle olmalı. “Big Four” arasında, en sessiz sedasız olanı, onlar. Koca transfer döneminde transfer edilen futbolcu sayısı 2. Satılan futbolcu sayısı da aynı şekilde. Alvaro Arbeloa ve Xabi Alonso, Real Madrid’e transfer oldular. Yerlerine, Porstmouth’dan Glen Johnson ve AS Roma’dan Alberto Aquilani yerleştirildi. Xabi Alonso ve Alvaro Arbeloa’nın satışlardan elde edilen gelir, 39 milyon euro. Alınan futbolculara ödenen para da 39 milyon euro. Kulübe giren-çıkan para, bir şekilde birbirini dengeliyor. Gelen giden oyuncuların mevkileri de birbirleriyle aynı. Ama son tabloya bakıldığında, güç kaybetmiş bir Liverpool görünüyor.

Öncelikle, Alvaro Arbeloa. Geçen sezon Liverpool’un sürekli değişkenlik gösteren bek rotasyonunda çok ciddi süreler aldı ve hiç fena iş çıkarmadı. Yerine alınan Glen Johnson’la karşılaştırıldığında, hücum yönünün daha hafif kaldığını söylemek mümkün. Ancak toplama bakıldığında, iki oyuncu arasında büyük bir fark gözükmüyor. Yani, sağ bek pozisyonunda yaşanacak Arbeloa-Johnson değişikliği, Liverpool için çok büyük önem arz etmiyor. Glen Johnson, biraz daha “yeni nesil bek” diye tabir edilen türden ve potansiyeli varolan bir oyuncu. Buradaki değişimin kritik noktasıysa, para meselesi. Arbeloa, Real Madrid’e 4 milyon euro karşılığında gönderilirken, Johnhson için kulübüne, tamı tamına 18 milyon euro ödendi. Kısacası, Arbeloa-Johnson değişikliğinin takıma pozitif yönde katkı yapması olası bir ihtimal olsa da, 14 milyon euro’luk farka değip değmeyeceği hakkında büyük şüpheler bulunuyor.



Liverpool’un, Steven Gerrard ve Fernando Torres’ten sonra en kilit 3. oyuncusu konumunda bulunan Xabi Alonso’nun kaybı, derin yaralara yol açabilir. 2008’in yaz aylarında Alonso için çıkan Fenerbahçe dedikodularını hatırlayalım. Fenerbahçe’nin, Liverpool’a 15 ila 20 milyon euro arasında bir teklif yaptığı ve o aralıktaki bir miktarda mutabakata varıldığı söyleniyordu. Ama, Xabi Alonso, Türkiye’ye gelmeye pek niyetli olmayınca, transfer gerçekleşmemişti. O dönemde, Alonso’yu elinden çıkarmak için can atan Rafael Benitez, satamadı oyuncusunu. Amaç, büyük potansiyeli olan Lucas Leiva’yı orta alana yerleştirmekti. Bunun için de, Xabi Alonso’nun elden çıkarılması gerekiyordu. Bu kadar söylenti ve dedikodunun ardından kulübünde kalan Alonso’dan kimse bu denli bir performans beklemezdi doğrusu. Ama o, sonbaharla birlikte, yazı unutmuşa benziyordu. Futboluna odaklandı ve ilk 11’deki yerini tescilledi. Gerrard, sık sık ileri uçtaki Torres’e destek vermek için ileri çıkıyorsa, bunda Alonso’nun da yadsınamaz bir payı vardı. Orkestra şefi gibi yönetti geriden Liverpool’u. Stoper bölgesinde, Jamie Carragher ve Martin Skrtel ikilisinin görev yaptığı bir takımda, Alonso gibi bir beyine çok ihtiyaç vardı. Yanındaki partneri belli zamanlarda Lucas Leiva ve Javier Maschreno olarak değiştiyse de, o hep soyunma odasında tahtaya adı yazılan ilk 3 oyuncudan biri oldu, Gerard ve Torres ile birlikte.

Real Madrid’e gidiş hikayesini, bu blog’da daha önce değerlendirmiştik. Tekrar yapmaya gerek yok. Xabi Alonso, Liverpool’da mutlu olmasına rağmen gitmeye istekliydi ve gitti. Alonso’dan kazanılan 35 milyon euro hiç de fena sayılmaz. Ama, onun yerini doldurması için transfer edilen isim, suratları biraz ekşitti. 25 yaşındaki Alberto Aquilani’nin transferi, Xabi Alonso’nun satışının hemen ardından duyuruldu. Alonso’nun yaptıklarını yapacak oyuncu niteliğinde gözükmedi pek, Roma’da. Alonso gibi, daha çok orta alanın ortasında toparlayıcı görevi gören bir oyuncu olsa da, onun seviyesinde olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bazı artıları var elbette. Uzaktan etkili şutları mesela. Skorun bu denli Gerrard ve Torres üstüne kalacağı bir takımda, vereceği 5-6 gollük bir skor katkısı bile, ciddi puanlar kazandırabilir Liverpool’a. Ama, Xabi Alonso gibi “takımın üç kilit oyuncusundan biri” olmaktan çok, “görev adamı” olarak öne çıkacak yüksek olasılıkla. Diğer konuşulan alternatif, Steven Defour idi. Defour, mevcut potansiyeliyle Premier Lig’de komple bir oyuncu olmak için evrilmeye müsait olsa da, ülkesinin dışına çıkmamış ve sertlikten pek nasibini almamış bir futbolcu portresi sergiliyor. Benitez’in tercihinde, bu kriterler önemli rol oynamış olabilir.

Manchester United ve Arsenal’ın en önemli yıldızlarını sattığı, Chelsea’nin kadrosunu korumasına karşın, teknik direktörlüğüne Carlo Ancelotti gibi birini getirirek, ligi ikinci plana attığını açıkça gösterdiği bir ortamda, Liverpool’un mevcut kadrosunu koruması bile şampiyonlukta söz sahibi olması için yeterli olabilirdi. Ama, finansal açıdan çok kritik bir dönemden geçmeleri sebebiyle, istediklerini yapamadılar. Glen Johnson gibi, sağ bekteki kaliteyi bir seviye üste çıkartabilecek bir oyuncu transfer edilmesine rağmen, orta alanda takımın beyni görevi gören Xabi Alonso, kadroda korunamadı. Üstelik, gelen gidenler sonucunda, elde bir artı da bulunmuyor, maddi açıdan.

Sonuç olarak, Merseyside’ın Kızıl Yaka’sı, şampiyonluk hayallerini biraz daha ertelemek zorunda kalabilir.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Galatasaray 6-0 Maccabi Netanya


Galatasaray, Tel-Aviv'de alınan 1-4'lük galibiyetin rövanşında, Maccabi Netanya'yı 6-0 mağlup ederek, Play-off Turu'na adımını attı.

Tel-Aviv'deki karşılaşmada şu şekilde sahaya çıkmıştı, Galatasaray; Leo Franco, Sabri Sarıoğlu, Servet Çetin, Gökhan Zan, Hakan Balta, Mustafa Sarp, Ayhan Akman, Arda Turan, Aydın Yılmaz, Harry Kewell ve Milan Baros. Bir kenarda dursun bu şimdilik.

Deplasmanda alınan üç farklı galibiyet, rahatlığı da beraberinde getirdi. Frank Rijkaard, maçtan bir önceki gün yaptığı basın toplantısında, turu geçtiklerini kesinlikle kabul etmemişti. Rijkaard'ın, rakibe saygı denen olgudan haberi vardı. Zaten, Türkiye'ye geldiğinden bu yana da kesinlikle bu tür sorular karşısında ilgi çekici cevaplar vermiyor, hepsini geçiştirmekle yetiniyordu. Her basın toplantısında, ilk birkaç sorudan sonra sıkıldığı, yüzünden çok net biçimde okunabiliyordu. Bizim, yıllarca maruz kaldığımız ve anlam veremediğimiz sorulara, Rijkaard, birkaç ay bile dayanamamıştı haklı olarak. Beş yıl süreyle görev yaptığı Barcelona'da, pek çok kez Şampiyonlar Ligi'nde Chelsea - ve dolayısıyla Jose Mourinho - ile karşılaşan Rijkaard, Mourinho'nun dikkatleri üzerine çeken konuşmalarına rağmen, elinden geldiğince sakinliğini ve tevazuluğunu muhafaza etmeye çalışmıştı.

Tüm bunlara rağmen, deplasmanda alınan üç farklı galibiyetin ardından, Ali Sami Yen Stadı'nda, bu denli zayıf bir takıma karşı turu kaybetmeyeceğinden de emindi Rijkaard. En azından sahaya sürdüğü takım onu gösteriyordu. Leo Franco, Uğur Uçar, Emre Aşık, Emre Güngör, Hakan Balta, Tobias Linderoth, Barış Özbek, Arda Turan, Aydın Yılmaz, Keita ve Shabani Nonda. Bu akşam ilk maçtaki takımdan, sadece dört oyuncu kendine yer bulabildi. Leo Franco, Hakan Balta, Aydın Yılmaz ve Arda Turan. Bu dörtlü, Frank Rijkaard'ın vazgeçemeyeceği oyuncular hakkında da fikir verebilir bizlere. Aydın Yılmaz bir kenara, Arda Turan, Leo Franco ve Hakan Balta'yı sene sonuna gelindiğinde, en çok forma giyen 3 oyuncu olarak görebiliriz. Tabii, herhangi bir sakatlık sorunu veya aksilik yaşanmadığı takdirde.



Rinus Michels üzerine yazdığımız yazıda, '74 Dünya Kupası Finali'nde Hollanda'nın ilk 2 dakika boyunca Federal Almanya'ya top göstermeden penaltı kazandığını belirtmiştik. Galatasaray bugün, o maça benzer bir başlangıç yaptı. Santranın ardından yapılan paslar, dolaştırılan top sonucu gol öncesi son pasın sol tarafta bulunan açıkta konumlanmış olan Aydın Yılmaz'a aktarılması, Aydın Yılmaz'ın ortası ve Barış Özbek'in kafa vuruşu. Kronometre tam olarak, 1:28'i gösteriyordu. Aydın Yılmaz, durmadı. Bu kez orta yuvarlağın biraz ilerisinde aldı topu ayağına, ileri ucun sağ tarafındaki Keita'ya önce göz ucuyla baktı, sonrasında Keita'nın tam ayağına teslim etti topu. 'Popito', affetmedi. Galatasaray'ın 2-0 öne geçmesi, Keita'nın Galatasaray forması altında ilk golünü atması ve Galatasaray'ın Avrupa Kupası tarihlerindeki 300. golünü filelere göndermesi, sadece 6 dakikada olup bitiverdi.

İlk yarım saat geride kaldığında Galatasaray'ın rakip kaleye gönderdiği şut sayısı 8, Maccabi Netanya'nın ise, 0'dı. İsrail temsilcisinin ilk şutu, 31. dakikada gelebildi. Uğur Uçar, Emre Güngör, Emre Aşık ve Hakan Balta'dan oluşan savunma hattına not vermek için uygun bir maç değil elbette. 90 dakikanın sonu gol yemeden getirilse de, zaman zaman ufak tefek sıkıntılar yaşanmadı değil. Ama, bu maçtaki defans dörtlüsünün birbirini bütünleyen özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Uğur Uçar'ın enerjisi, Emre Güngör'ün savaşçılığı, Emre Aşık'ın tecrübesi ve Hakan Balta'nın soğukkanlılığı. Harika bir bileşim, ama karar vermek için henüz erken. Ayrıca, ideal dörtlünün bu akşamkinden biraz daha farklı olacağını da kabul etmek gerekiyor. Semih Kaya ve Murat Akça hariç eldeki tüm stoperleri resmi maçlarda izleme fırsatı bulduk. En uygun olarak gözüken dörtlü sanırım şu; Uğur Uçar, Servet Çetin, Emre Güngör, Hakan Balta. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla genel kanı da bu yönde.

İkinci yarının hemen başında Arda Turan'ın kullandığı korner vuruşunda kaleciyi avlayan Barış Özbek, skoru 3-0'e getirdikten sonra, art arda goller geldi Shabani Nonda'dan. Nonda, karşılaşmayı hat-trick ile tamamlarken, 90. dakikada serbest vuruştan kaleye gönderdiği vuruşla maçın skorunu tayin etti: 6-0.

Bu gollerde de dikkat çeken bazı ayrıntılar mevcut elbette. Öncelikle, Barış Özbek'in skoru 3-0'a getiren golü. İlk maçta Hakan Balta'nın attığı golle pek çok yönden benzerlik taşıyor. Köşe vuruşunu kullanan oyuncunun aynı (Arda Turan) olması, topun aynı yere ortalanması, Maccabi Netanya savunmasının aynı hatalara düşmesi, kafa vuruşlarından sonra kalecinin aynı şekilde kontrpiyede kalması gibi. Galatasaray, duran toplara çalışıyor. Bu bir gerçek. Tobol eşleşmesinde 3 golün 2'si, Maccabi Netanya eşleşmesinde 10 golün 3'ü bu şekilde bulundu. Yan toplar buna dahil değil. Onları da işin içine kattığımızda, rakam bir hayli kabarıyor. Yine de, daha üst düzey takımları ve o takımların duran toplara karşı alacakları önlem sonrası verilecek reaksiyonları beklemeli, acele edilmemeli.

Dördüncü golde topu Shabani Nonda'ya kafayla indirip asisti yapan oyuncu Harry Kewell, ama öncesinde arka direğe ortayı yapan, Aydın Yılmaz. Beşinci golü, Aydın Yılmaz'ın tek başına sağ kanattan taşıması da ayrıca ilgi çekici. Zira, Aydın Yılmaz'ın ilk yarıda yaptığı iki asist de, sol kanattan gelmişti. Keita'nın da çok hareketli bir yapıya sahip olduğunu görme fırsatı bulduk. Keita'nın hareketli yapısı, savrukluğa müsait olsa da, hücumda çeşitlilik ve varyasyon yaratılması adına önemli. Zira, sabit oyuncularla oynanan 4-3-3, her daim 4-5-1'e kaymaya yatkındır. Son gol için, bir şeye demeye gerek var mı, bilemiyorum. Elano'nun transferi sonrası, "Duran top sorunumuz bitti!" diye sevinen bizler, beklediğimizden de önce bir serbest vuruş golüyle karşı karşıya kaldık.

Galatasaray, skor stresi yaşamadan çıktığı maçta oynadığı futbolla keyif verdi. Hala, çok şey için erken; ama, olumlu gelişmeleri görmemek için de, amiyane tabirle biraz kör olmak gerekiyor. Her nasıl ki, 1-1 sona eren Tobol maçı sonrası basındaki eleştirilere tepki gösterdiyse Galatasaray taraftarları, şimdi de, art arda alınan farklı galibiyetler sonrası aynı basının övgüleriyle harekete geçmemeli. Her bilinçli futbol seyircisi, şu an Galatasaray özelinde her şeyin iyi gittiğinin farkında. Ama, hedeflenenler yolunda yaşanacak sıkıntılar da şimdiden göz önüne alınmalı ve yaşanan keyfi de abartmamalı.

Frank Rijkaard'ın maç öncesi futbolcularına söylediği gibi, gidilen yolun tadını çıkarmalıyız sadece...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Xabi Alonso Real Madrid'de


Cristiano Ronaldo, Kaka, Raul Albiol, Karim Benzema, Alvaro Arbeloa, Esteban Granero ve Alvaro Negredo. Real Madrid'in 2009 Yazı'nda kadrosuna kattığı futbolcuların listesi. Dün akşam itibariyle, bu listeye, Xabi Alonso da eklendi. Real Madrid'in 30 milyon euro önerdiği, Liverpool kulübünün 35 milyon euro'da direttiği Xabi Alonso, Liverpool'un istediği gibi 35 milyon euro bonservis bedeli karşılığında, istediği takım olan Real Madrid'in yolunu tuttu. Eğer, transfer gerçekleşmese ve Liverpool'da kalsaydı da, çok sorun etmeyecekti Xabi Alonso bunu. Liverpool kentini ve takımını seviyordu. İngiltere'de mutluydu; ama, Real Madrid gibi bir fırsat ayağına kadar gelmişken, gitmek istiyordu.

Real Madrid'in yaptığı her transferden sonra, oyunculara ödenen bonservis bedelleri üst üste konulup, "Florentino Perez, transfere kaç para harcadı?" başlığı altında oluşturulan çok fazla haber okuduk. Özellikle de, İspanyol medyasında. Xabi Alonso transferinin ardından, transferin kapandığı haberi geldi, Madrid'den. Son ve en kritik yere yapılacak hamleydi Xabi Alonso; ve belki de, şu ana kadar yapılan tüm transferlerden çok daha büyük bir hayati önem taşıyordu.

Real Madrid cephesinden, transferin kapandığı açıklaması geldiğine göre, transferde ödenen bonservis bedellerini son bir kez daha üst üste koyup, artık son ve kesin olan rakama ulaşabiliriz. Kulübeden başlayalım. Villareal'in Şili'li teknik direktörü Manuel Pellegrini için, kulübüne 3 milyon euro bedel ödendi. Futbolcu anlamında kulübün ilk transferi, Kaka oldu. Ödenen bonservis miktarı 65 milyon euro. Sonra, Cristiano Ronaldo. 94 milyon euro. Karim Benzema için Lyon'a ödenen para, 35 milyon euro. Raul Albiol transferinden Valencia kulübünün kazancı, 15 milyon euro oldu. Real Madrid altyapısından yetişmiş olan Esteban Granero, 2004-07 yılları arasında Real Madrid C ve Real Madrid B takımlarında forma giymişti. 2007-08 sezonunda, Getafe'ye kiralandıktan sonra, geçtiğimiz sezon öncesi bonserivisi de Getafe'ye verildi. Bu sezon Pellegrini onu kadroda görmek istedi. Getafe'ye ödenen ücret, 4 milyon euro. 1985 doğumlu Alvaro Negredo, Real Madrid altyapısından yetişenlerden değil. Ama bir dönem, Real Madrid B takımının formasını terletmişliği bulunuyor. 2005-07 sezonları arasında 65 çıktı Real Madrid B'de ve rakip fileleri 22 defa havalandardı. Son 2 sezonunu Almeria'da geçirdi ve 70 maça çıkıp, 32 gole imzasını attı. 5 milyon euro ödendi Negredo için. Ve eğer bu yıldız girdabı içinde kaybolup gitmezse, iyi bir alternatife dönüşebilir. Sağ bek sorunu, Alvaro Arbeloa için Liverpool'a 4 milyon euro ödenerek çözüldü. Son transfer, Xabi Alonso. Yukarıda geçmiştik onun bedelini, 35 milyon euro olarak.

Hepsini topladığınızda, 257 milyon euro gibi bir rakam çıkıyor karşınıza. Real Madrid Sportif Direktörü Jorge Valdano, transferin bittiğini, artık oyuncu satmaları gerektiği söylüyor. Kadroda düşünülmeyen isimler; Ruud van Nistelrooy, Drenthe, Gabriel Heinze, Van der Vaart, Klass Jan-Huntelaar ve Wesley Sneijder. Gabriel Heinze, satıldı bile 1.5 milyon euro karşılığında, Marsilya'ya. Wesley Sniejder'in de 18 milyon euro'ya Inter'in yolunu tutacağı söyleniyor. Transfer henüz kesinleşmedi, ama an meselesi. Van der Vaart, Drenthe, Klass Jan-Huntelaar ve Ruud van Nistelrooy'un durumları belirsiz. Drenthe'ye Fiorentina talip, ama henüz Real Madrid kulübüne resmi bir teklifte bulunmadılar. Huntelaar ise, kalmakta ısrarcı.



Manuel Pellegrini, geçen sezon Villareal'de çoğunlukla 4-4-2 dizilişini tercih etmişti. Fazla oyuncu değişikliğini ve rotasyonu sevmediği söylenebilir. İstikrar ve devamlılıktan yana olan bir teknik adam portresi çiziyor. Villareal yıllarını genel olarak başarılı olarak kabul edebiliriz. Ancak o, sürekli olarak Juan Roman Riquelme ile olan sorunlarıyla gündeme geldi. Dolayısıyla, Cristiano Ronaldo, Kaka, Karim Benzema ve Xabi Alonso gibi yıldızları idare edip edemeyeceği ciddi şekilde sorgulanıyor. Ama bir şey unutulmamalı. Bu yıldız oyuncuların hepsi buraya bir hedef doğrultusunda geldiler ve başarılı olmak istiyorlar. Hiçbirinin paraya ihtiyacı yok ve Real Madrid, para için tercih edilen bir kulüp değil. Hiçbir zaman da olmadı. Kaka başta olmak üzere, Xabi Alonso ve Karim Benzema hiçbir zaman özel hayatlarıyla gündeme gelen oyuncular olmadılar. Cristiano Ronaldo'nun böyle bir sorununun olduğu söylenebilir. Özellikle de kariyerinin ilk yıllarında. Hala da devam ediyor, ara ara gece kaçamaklarına. Ama, Manchester United'da geçirdiği yıllarda Alex Ferguson, onun futboluna negatif yansıyan özelliklerini törpüleyip, futboluna odaklanmasını sağladı. Ronaldo, Ferguson'a duyduğu saygıyı, Pellegrini'ye duymayabilir; ama, üzerindeki "94 milyon euro'luk adam" etiketi, onu kamçılıyor olsa gerek. Egosu bu denli yüksek olan bir oyuncu, bu paranın altında asla ama asla kalmak istemeyecektir ve en azından bu egosu için, var gücüyle Real Madrid için savaşacaktır.

4-4-2 dizilişi demiştik, bir önceki paragrafın başında. Konu başka yerlere kaydı, geri dönelim. Pellegrini için, Real Madrid'de böyle bir dizilişle devam etme şansı gözükmüyor. Cristiano Ronaldo ve Kaka, buna engel olmaya fazlasıyla yetiyorlar. 4-2-3-1, bu takım özelinde, birincil tercih olmaya son derece yatkın ve uygun görünüyor. Alternatif dizilişler de üretilebilir. Pellegrini'nin, saha içindeki dizilişten çok, izleyeceği futbol stratejesi önemli aslında. Bu futbol stratejisini görebilmek ve değerlendirmek içinse, hazırlık maçları kesinlikle yeterli verileri oluşturamıyor. Al-Ittihad ile oynanan hazırlık maçı sonrasında, Pellegrini ne diyordu? "Kesin kararımı henüz vermedim. Deniyoruz ve görüyoruz. Aklımızda bazı opsiyonlar ve en uygun olduğuna kanaat getirdiğimizle, yola devam edeceğiz." Biz yine de, 4-2-3-1 dizilişinin tercih edileceğini öngörerek, muhtemel bir 11 oluşturalım:

Iker Casillas, Sergio Ramos - Raul Albiol - Pepe - Marcelo, Lassana Diarra - Xabi Alonso, Cristiano Ronaldo - Kaka - Arjen Robben, Karim Benzema.

Geçen sezondan oldukça farklı gözüküyor. Aşina olduğumuz isim sayısı, 6. Raul Albiol, Xabi Alonso, Kaka, Cristiano Ronaldo ve Karim Benzema yeniler. Diğer transferlerden; Alvaro Arbeloa sağ bek, Esteban Granero orta saha, Alvaro Negredo ise, ileri uç için iyi birer alternatif olabilirler. Gago, orta sahanın ortası için bir diğer alternatif. Alvaro Arbeloa transferi sonrası, beklendiği gibi Michel Salgado takımdan ayrıldı. Guti Hernandez ve Raul da, takımın bayrak isimleri olarak her zaman büyük bir önem teşkil ediyor olacaklar. Özellikle, Guti'nin varlığı, diziliş anlamında opsiyon yaratabilmek için çok önemli. Orta sahaya üçüncü bir isim gerek duyulduğunda, muhtemelen ilk akla gelen isim olacaktır kendisi. Benzema'ya partner ihtiyacı duyulduğunda da Raul her zaman önemli bir koz olarak elinde duracak, Pellegrini'nin.

En büyük kupada iddialı olabilecek bir 11 ve iyi bir yedek kulübesi mevcut, Real Madrid'in elinde. Manuel Pellegrini, hiçbir zaman üst seviyede görev yapmadığından, şüpheli yaklaşımlar mevcut. Ancak onun da arkasında, bu yıldızları bir araya toplamadan önce kendisine güvenen bir Florentino Perez olacak. Alışma eşiğini atlatabilmesi için, çok önemli bir yardımcı etken bu.

Şu sıralar, herkesin birbirine sorduğu soru, "Real Madrid, Barcelona'ya ciddi bir rakip olabilir mi?" Rakamlar üzerinden gidelim.

Real Madrid kadrosunun toplam değeri, 511 milyon euro'yu buluyor. Zlatan Ibrahimovic takviyesiyle güçlenen Barcelona'nın değeri, 416 milyon euro. Ama, Real Madrid'in kadrosunda 29 oyuncu mevcutken, Barcelona'da bu rakam 24. Elden çıkarılacak 4-5 oyuncu sonrası, Real Madrid'in değeri de Barcelona'ya bir hayli yaklaşmış olacak.

Son tahlilde, rakamlarla oynanmıyor futbol. Ama, şimdiden, sezon daha açılmadan, kesin bir görüş bildiren öngörüler de bulunmak da fazla doğru olmazdı doğrusu. Şimdilik, rakamların dili konuşmaya devam ededursun; asıl heyecan ve aksiyon başladığında, daha derinlere girebiliriz bu iki takımın rekabeti üzerine.

Total Futbolun Yaratıcısı: Rinus Michels


Total futbol akımını Rinus Michels’in, Ajax ve Hollanda Milli Takımları’nda başlattığı bilinir genelde. Ama bunun da öncesinde, 1950’li yıllardaki efsanevi Macar Milli Takımı’nın da, total futbol anlayışına yakın bir futbol sergilediği söylenegelir. Gyula Grosics, Jozsef Bozsik, Sandor Kocsis, Zoltan Czibor ve Ferenc Puskas’lı kadrosuyla o yıllarda harika futbol oynayan, Wembley’de 6-3’lük skorla İngiltere’ye tarihinin en acı yenilgisini yaşatan “Mighty Magyars” lakaplı Macar Milli Takımı, total futbolu hangi ölçüde sahaya yansıttı, veya yansıtabildi mi, bilemiyoruz. Ama kesin olan şey, her ne kadar Macar Milli Takımı, o dönem oynadığı futbolla total futboldan bazı esintiler sunsa da, bu anlayış ve bu devrimin ayak sesleri, ilk ve tam olarak Rinus Michels’in futbol aklında yaşam buldu. Bir düşünce olmaktan çıkıp bu anlayışın ortaya konup şekillenmeye başlaması ise, ilk önce Ajax’ta, sonra da Hollanda Milli Takımı’nda vuku buldu.

1928 yılında Hollanda’nın Amsterdam kentinde doğan Michels, futbolla 9 yaşına bastığı doğum gününde, aldığı futbol ayakkabısı ve Ajax formasıyla birlikte tanışır. 9 yaşında ilk formasına sahip olduğu ve belki de o formaya sahip olduğu gün, ileride bir gün o formayı giyme hayalleri kuran Michels, bu hayallerine 1946 yılında kavuşur. 18 yaşında, henüz gencecikken, A takıma yükselme başarısını gösterir. Ajax formasıyla sahaya çıktığı henüz ilk maçta, takımı ADO’yu 8-3 mağlup eder, Michels bu 8 golün 5’ine imzasını atar. O gün, rüştünü ispatlıyordu adeta. Sonrası çorap söküğü gibi gelecekti zaten. O günlerde sıradan bir kulüp olan, ama Rinus Michels’in dehası sayesinde 1970’li yıllarda futbol sahnesinin en ışıltılı kulüplerinden birine dönüşecek olan Ajax’ta 12 sezonda 264 maça çıkıp 122 gole imzasını atar. Henüz, A takıma ilk yükseldiği sezonda şampiyonluk yaşar Ajax’la, ama futbolculuk kariyerindeki 2. ve son şampiyonluğu için tam 10 yıl bekler. 1957 yılında gelen şampiyonluğun 1 yıl sonrasında Ajax’taki futbolculuk kariyerine genç sayılabilecek 30 yaşında, yaşadığı sakatlıklar sebebiyle noktayı koyar.

Futbolu bıraktıktan 2 yıl sonra, 32 yaşında amatör kulüplerde teknik direktörlük kariyerine başlar. Amatörde yaşadığı 5 yıllık teknik direktörlük tecrübesinin ardından, Ajax kulübünün yetkilileri onu artık hazır bir teknik adam olarak görmüş olacaklar ki, 1965 yılında takımın başına getirirler. Takımın başına geldiği daha ilk yılda, kafasındaki futbol anlayışını yeşil çimlerin üzerine geçirir. Sonrası art arda başarılar… 66, 67, 68 ve 70 yıllarında gelen lig şampiyonlukları ve 3 Hollanda Kupası’nın kreması 1971 yılında kazanılan Şampiyon Kulüpler Kupası olur. Aslında, o zamanlar en prestijli kupa olan Şampiyon Kulüpler Kupası için “krema” demek pek doğru olmayabilir..! Dolu dolu 6 yılın ardından Ajax’tan ayrılıp Katalunya’ya, Barcelona’ya, geçiş yapar Michels. Barcelona’yı çalıştırdığı ilk 4 yıllık dilimde yalnızca 1 La Liga şampiyonluğu kazanır, ama bu onun 1974 Dünya Kupası’nda Hollanda Milli Takımı’nın başına getirilmesi için bir sorun teşkil etmez. Belki de o zamanlar “Koskoca Barcelona’yı 4 yılda 1 kez şampiyon yapabilmiş. Ajax’taki başarısı da yardımcı antrenörleri sayesindeydi!” diyen bir spor medyası yoktu Hollanda’da. Aslına bakılırsa, Hollanda insanı genel olarak aceleyi sevmez, sabretmenin bir erdem olduğunu bilir. Onlara göre her şey, bir plan ve düzen içerisinde yürümelidir. 20-30 yıl sonra yer altındaki suların patlayacağını öngörüp bunun önlemini şimdiden alan bir millet için, fazla garipsenmemeli bu karar...


Gelelim, Almanya’da düzenlenen meşhur 1974 Dünya Kupası’na. O zamanlar Berlin Duvarı’yla ikiye ayrılmış olan Almanya’nın iki yakası aynı gruba düşerler turnuvada. Doğu’su 5 puanla ilk, Batı’sı 4 puanla ikinci sırayı alıp çıkarlar gruplarından. Diğer yandan Hollanda da fazla zorlanmadan ikinci tura geçer Rinus Michels’in yönetimi altında. Şimdilerde çeşitli paylaşım sitelerinde binlerce kişinin izlediği o zamanın Hollanda’sı, o turnuvanın her maçında insanlara futbolun ne demek olduğunu gösterir, ama gruplardaki ilk Uruguay maçı bir başkadır. O maçtaki futbol ve mentalite gerekli mesajı verir gerekli yerlere. Uruguay’ı sahadan silip, şaşkına çevirir Hollanda. Şimdilerde dillerden düşmeyen ama sadece duyduğumuzla kalan, pratikte gerçekleştiğini nedense bir türlü göremediğimiz “toplu hücum toplu defans” kavramı vuku bulur Hannover şehrinde oynanan maçta. Top cambazı Uruguaylılar, topu ayaklarına alma fırsatı bulamazlar. Aldıklarında da karşılarında kendilerine doğru koşan 10 turuncu forma görürler. Sonuç? Ya top kaybı ve devamında gelişen hızlı hücum, ya da ofsayt! Total futbolu, herhangi bir insandan özetlemesini isterseniz, “toplu hücum toplu defans, sahadaki her oyuncunun her mevkide görev yapabilmesi, gerektiğinde saha içinde bazı görev değişikliklerinin yaşanması ve topun hep sizin ayağınızda olması” der, basit ve doğru bir şekilde. Ama bunun dışında, şimdilerde pek bilinmeyen, o takımın başarılı bir şekilde uyguladığı ofsayt taktiğidir. Rakip takım orta saha civarlarında topa sahipken, kaleci hariç sahadaki 10 futbolcu da sanki birbirlerini içlerini okuyormuşçasına, rakibe belli etmeden, bir anda ve ansızın topa doğru koşmaya başlar. Sonucun ne olduğunu yukarıda yazmıştık… Ayrıca, Galatasaray’ın başına geçen Frank Rijkaard’ın sık sık ofsayt taktiğinden pek hoşnut olmadığını ve kullanmayı sevmediğini vurgulaması da, Rijkaard’ın futbol anlayışının, total futbol anlayışıyla %100 olarak çelişen tek noktasıdır belki de.

Hollanda, gruptaki ikinci maçında İsveç’le 0-0 berabere kalır ve son maçında gruptan çıkabilmek için Bulgaristan karşısına çıkar. Hollanda’ya beraberliğin yettiği maç, 4-1 Portakallar’ın üstünlüğüyle sonuçlanır. Maça, kazanılan 2 penaltı vuruşunu da gole çeviren Johan Neeskens damgasını vurur. O zamanlar statü değişik biraz. Sadece galibiyete 2, beraberliğe 1 puan verilmesi yönünden değil… 16 takımla düzenlenen turnuvada, gruplarını ilk 2 sırada bitiren takımlara ikinci gruplara kalmaya hak kazanıyor ve 4’erli olarak oluşturulan iki grubun liderleri final maçı oynuyorlardı. Hollanda, fazlasıyla zor bir gruba düşmüştü; ama bu zor grubun üstesinden gelmeyi de başarmıştı, saha dışı lideri Michels, saha içi lideri Cruyff olan takım. Üstelik, 3 maçta tek bir gol dahi yemeden.

İlk maçta Arjantin, Johan Cruyff’un 2, Krol ve Rep’in golleriyle hezimete uğratılır. İkinci maçta, Doğu Almanya, Johan Neeskens ve Rob Rensenbrink’in golleriyle geçilir ve grubun son maçında Brezilya ile, tam anlamıyla bir yarı final maçına çıkılır. Arjantin ve Doğu Almanya, Hollanda ve Brezilya ile oynadıkları 2 maçtan da mağlup ayrılmış, son maçlarında da 1’er puanları paylaşmışlardır. Bu maçın başlangıcından bir saat önce, aynı bu maça benzer şekilde Polonya ile yarı final niteliği taşıyan bir karşılaşma oynayan Batı Almanya, Gerd Müller’in golüyle adını finale yazdırıp, rakibini beklemeyi başlamıştı. Rakip, beklenildiği gibi - Brezilya’nın da çıkması bir sürpriz olmayacaktı elbette – Rinus Michels ve onun total futbolu olacaktı.

Finale, Johan ve 2. Johan’ın golleriyle yükselen Hollanda, Münih’teki final maçına da inanılmaz bir başlangıç yapacaktı. Santranın yapılmasıyla birlikte 2 dakika boyunca rakibine topu göstermeyen Hollanda, Cruyff’un ceza alanı içerisinde düşürülmesiyle penaltıyı kazanmıştı. Neeskens, her zaman olduğu gibi geldi, topu beyaz noktaya koydu, vurdu ve gol! O turnuvada insanları büyüleyen ve maçı izleyen çoğunluğun şüphesiz desteğini alan Portakallar’ın, Neeskens’in golünden sonra Dünya’nın en büyüğü olacağına kesin gözüyle bakılıyordu artık. Hollanda, inanılmaz goller kaçırır ilk golden sonra. Sepp Maier, kalesinde devleşir ve 2-0, 3-0 olabilecek maç, 25. dakikada, Bernd Holzenbein’in amiyane tabirle, kendini yere atması penaltıya sebebiyet verir ve Paul Breitner’in gole çevirdiği penaltıyla skora denge gelir. Devrenin sonunda, Gerd Müller ile bir gol daha bulur Almanlar ve ikinci yarıda bunu koruyarak, Dünya Kupaları’nın gelmiş geçmiş en efsanevi takımının ikincilikle yetinmesine sebep olurlar.


Bu kupanın ardından milli takıma veda eden Rinus Michels, bir yıllığına Ajax’a geri döner. 1 yılın ardından tekrar ayrılır Ajax’tan ve bir kez daha başına geçeceği ve bu kez işi sonuna kadar götüreceği Hollanda Milli Takımı’nın başına tekrar gelene kadar, Barcelona, Los Angeles Aztecs ve FC Köln takımlarını çalıştırır. EURO 88 için tekrar Hollanda Milli Takımı’nın başına geçen Michels’in gruplardaki macerası pek de iyi başlamaz. Zamanın güçlü takımlarından Sovyetler Birliği’ne karşı ilk maçta alınan yenilgi, Hollanda’nın işini biraz zora sokar. İngiltere’ye karşı Marco Van Basten’in hat-trick’iyle 3-1 kazanılan maçın ardından grubun son maçında İrlanda Cumhuriyeti ile ölüm-kalım maçına çıkılır. Ama bu kez, 1974 Dünya Kupası’ndan farklı olarak, Hollanda’ya beraberlik de yetmiyordur. Sıkıntılı geçen maçın düğümünü zamanın PSV’lisi Wim Kieft açar, 80’lerde attığı golle.

1974 Dünya Kupası’nın ev sahibine finalde boyun eğen Hollanda, bu turnuvanın da ev sahibi olan Batı (Federal) Almanya ile yarı finalde karşı karşıya gelir. İki ülke arasındaki nefret inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri, zaten 74’teki final maçına yansımış, o kaybedilen final sonrasında da katlanarak artmıştı. Yarı final maçı, öncesinde çok şeylere gebe olur. Ama şüphesiz, maç anı ve sonrası çok ama çok daha önemlidir. Özellikle, Hollanda basını bu maçı “olmak ya da olmamak” noktasına kadar getirmiştir. Hollandalılar, Almanlar’ı sevmiyorlardı ve bunun sebebi olarak en çok da “kibirli” bir yapıya sahip olmaları olarak gösteriyorlardı. Aynı Hollandalılar, bugün de aynı sıkıntıdan muzdaripler, aslında. Rotterdam şehrinin takımı olan Feyanoord taraftarlarına Ajax nefretlerinin sebebi sorulduğunda “Amsterdamlılar, çok kibirli insanlar, bütün mesele bu” şeklinde yanıt veriyorlar. Kibirli insanları, hiç mi hiç sevmediklerini ve en nefret ettikleri olgunun kibir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, eldeki verilere bakıldığında.

Maça geri dönmek gerekirse… Aynı 1974 finalinde olduğu gibi karşılıklı penaltılar burada da vardır. Ama penaltı gollerinin sırası ve 1-0’dan geri dönen takım bu kez farklıdır. 55’te Lothar Matthaüs öne geçirir Almanlar’ı, 74’te Ronald Koeman cevap verir aynı şekilde. 88’de Marco Van Basten topu ağlara gönderdiğinde “Bisikletlerimizi geri aldık!” diyerek sokaklara fırlayan Hollandalı sayısı, 9 milyona tekabül ediyordu… Hollanda, finalde grupta kaybettiği Sovyetler Birliği’ni Ruud Gullit ve Marco Van Basten’in golleriyle geçerken, tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonluğu’na uzanıyordu aynı zamanda. Gol açısından fazlasıyla kısır geçen turnuvayı Van Basten 5 golle gol kralı olarak tamamlarken, en yakın rakibi Rudi Völler’e de 3 gol fark atıyordu.

Rinus Michels, belki de en büyük hayalini gerçekleştirmişti Hollanda’ya uluslar arası bir alanda kupa kazandırarak. Doymuştu ve yaşlanmıştı da artık. Kısa bir Bayer Leverkusen macerasının ardından son kez sahne aldı 1990-92 yılları arasında Hollanda’nın başında. EURO 92’yi de kazanarak görkemli bir şekilde veda etmek isterdi teknik direktörlük kariyerine o da mutlaka; ama o turnuvanın sürprizi Danimarka, izin vermedi buna. Yarı finalde Van Basten penaltıyı kaçırdı ve Hollanda turnuvaya veda etti. O gün şans Hollanda’nın yanında olsa, finaldeki Hollanda-Almanya maçından, kim bilir daha ne hikayeler çıkacaktı. Olmadı…

1999 yılında FIFA tarafından yüzyılın teknik direktörü seçildi, 6 yıl sonra, 3 Mart 2005’te geçirdiği kalp ameliyatı sırasında başlayan komplikasyonda (karışık, anlaşılamaz, spontane oluşan durum) kurtarılamadı Rinus Michels… Arkasında Johan Cruyff, Frank Rijkaard, Johan Neeskens ve Ruud Gillit gibi efsaneleri bırakarak, göçtü gitti. Bu dörtlüden Ruud Gullit dışında, teknik direktörlük kariyeri anlamında, çürük çıkan olmadı. Geriye kalan 3’ünden 2’si ise, Galatasaray’ın başında. Ne mutlu..!

NBA 2009-10 Sezonu Fikstürü: En İyi 10 Maç


NBA'de 2009-10 sezonunun fikstürü, bu akşam itibariyle belli oldu. En büyük ilgi, Boston Celtics, Cleveland Cavaliers, Orlando Magic, Los Angeles Lakers ve San Antonio Spurs gibi şampiyonlukta en çok söz sahibi olan takımların üzerinde. Hal böyle olunca, belli olan fikstür sonrası ilk yoğunlaşılan maçlar, en büyük şampiyonluk adaylarının arasında oynayacağı maçlar oluyor. Herhangi bir sıralama olmaksızın, "mutlaka izlenmesi gereken 10 maç" tanımı altında ufak bir liste yapabiliriz.

1-) 27 Ekim, Celtics @ Cavaliers: Açılış gecesi, geçen sezonun Doğu'daki en iddialı iki takımını karşı karşıya getiriyor. Boston Celtics ve Cleveland Cavaliers. Kevin Garnett, uzun bir sakatlık sürecinin ardından tekrar ilk 5'teki yerini almış olacak. Yeni Kelt'ler; Rasheed Wallace ve Marquis Daniels, ilk kez sahne alacaklar. Cavaliers cephesi için de oldukça özel bir gece. Shaquille O'Neal, ilk kez Ohio halkının karşısına çıkacak. Anthony Parker da, Cavaliers forması altında ilk deneyimini yaşayacak. Geçen sezonun iki hayal kırıklığı yaşayan organizasyonu. Özellikle, Cavaliers cephesindeki hayal kırıklığı çok daha büyük boyutlarda. Orlando Magic serisindeki derin yaraları sarma vakti başlayacak 27 Ekim gecesi onlar için, bu kez mutlaka sonuna kadar gitmek isteyeceklerdir.

2-) 1 Kasım, Magic @ Raptors: Bu maç, Amerikalılar veya başka milletteki insanlar için, "mutlaka izlenmesi gereken 10 maç"tan biri olmayabilir. Ama, bizler için durum biraz daha farklı. Orlando Magic Genel Menajeri Otis Smith, Hidayet Türkoğlu ile görüşmeden önce, Vince Carter'ı kadrosuna katmıştı. Buna içerlenen ve Magic organizasyonuna bu sebepten dolayı biraz kırgın olduğunu belirten Türkoğlu, istediği kontratı da alamayınca, alternatifler aramaya başladı. Portland Trailblazers ile imza aşamasına kadar gelindi, ama son anda ani bir manevrayla istikamet Kanada olarak belirlendi, Hidayet ve ailesi adına. Toronto Raptors Genel Menajeri Bryan Colangelo'nun hamleleri, sadece Hidayet ile sınırlı kalmadı. Jarrett Jack, Marco Belinelli, Reggie Evans ve Rasho Nesterovic, yeni sezon öncesinde kadroya katılan diğer isimler. 2009 NBA Drafti'nde 9. sıradan seçilen Demar DeRozan ve halihazırda kadroda bulunan Jose Calderon ve Chris Bosh gibi oyuncular da unutulmamalı. Orlando Magic de pek farklı değil. Hidayet ile yollar ayrıldıktan sonra, Vince Carter dışında, Brandon Bass ve Ryan Anderson yapılan takviyeler. Marcin Gortat'a Dallas Mavericks tarafından yapılan 5 yıl için 34 milyon dolarlık teklif de karşılandı. Hidayet Türkoğlu dışındaki tek önemli kayıpları, geçtiğimiz sezonun en çarpıcı çaylaklarından biri olan Courtney Lee. Karşılaşmanın, Kanada'da oynanacak olması, Raptors için ayrı bir avantaj da yaratacaktır, hiç kuşkusuz.

3-) 11 Kasım, Cavaliers @ Magic: İki takımın da durumunu, kısa olarak özetledik yukarıdaki ilk 2 maddede. LeBron James karakterindeki bir oyuncu, Play-off'lardaki o acı yenilgiyi hatırlıyordur mutlaka. Geçen seneden farklı olarak, yanına Shaquille O'Neal gibi bir desteği de almış durumda üstelik. Öte yandan, karşısında geçen sezonki gibi "underdog" yaftasındaki bir Orlando Magic de olmayacak. Geçen sene, Amway Arena'da rakibine karşı oynadığı bütün maçları kazanan Magic, bir adım önde gözüküyor.

4-) 3 Aralık, Celtics @ Spurs: Yazının başında tek tek sıralamıştık, şampiyonluk adaylarını. O beş takım arasındaki, en sert, en hırçın, en savunma karakterli iki takım olduğunu söyleyebiliriz, Boston Celtics ve San Antonio Spurs'ün. Spurs, bu yaz döneminde yaptığı hamlelerle, ne kadar doğru bir şekilde yönetildiğini bir kez daha gösterdi. Öyle olmasaydı, aşağı yukarı 10 seneden beri kendilerini bu seviyede görüyor olamazdık. 1997 Drafti'nde Tim Duncan'ı seçtiler ve David Robinson ile birlikte, müthiş bir ikili oluşturdular. David Robinson, basketbola veda ettikten sonra da bir çöküş yaşamadılar. Zira, sürekli olarak kurdukları doğru yapı ve temelin üzerini, çok güzel şekilde işliyorlardı. Duncan'ın yanına uygun isimleri ekleyerek, 4 şampiyonluk gördüler onun döneminde. Geçtiğimiz sezon bu iki takım, iki defa karşı karşıya gelmişlerdi. Her iki takım da birbirini kendi evinde yenmeyi başarmıştı. Bu sene ilk randevu Texas'ta ve iki takım, geçen senekinden çok daha diri, çok daha güçlü. En azından kağıt üstünde.

5-) 25 Aralık Gecesi: 25 Aralık, Amerika'da Christmas gününe denk geliyor. Her sene fikstürde bu güne özel maçlar koyan ve bu günü farklı kılan NBA yönetimi, bu sene de harika bir şekilde doldurmuş Christmas gecesini. Tek bir düellonun adını yazmak doğru olmazdı başlığa, o yüzden bu geceyi bir bütün olarak ele almak lazım. New York Knicks - Miami Heat maçı, baştan aperatif olarak sunuluyor. Arkasından assolistler çıkıyor sahneye. Önce Magic ile Celtics, sonra Kobe ile LeBron karşı karşıya gelecekler. Nuggets - Trailblazers maçı da, hiç fena gözükmüyor.

6-) 5 Ocak, Rockets @ Lakers: Houston Rockets, geçtiğimiz sezonu beklentilere oranla iyi bir şekilde kapattıktan sonra, Yao Ming'den gelen sakatlık haberiyle yıkıldı. Çinli pivot, 2009-10 sezonunun tamamında sahada olamayacak. Ron Artest ise, Los Angeles Lakers'a geçiş yaptı. Yao Ming'in boşluğunu bir nebze olsun doldurmak isteyen Rockets, İspanya'da Regal Barcelona forması giyen David Andersen ile anlaştı. Ama daha da önemlisi, Trevor Ariza'yı kadrolarına katmaları. Son şampiyon Lakers'ta, Kobe Bryant ve Pau Gasol'un ardından Lamar Odom ile birlikte en büyük katkıyı veren isimdi, Trevor Ariza. Taraftarların da Kobe Bryant'ın ardından, en çok sevdikleri oyuncuydu aynı zamanda. Houston Rockets'ı tercih etti. Nedenleri var elbette, ama burada epey bir yer kaplayacağından dolayı, şimdilik pas geçmek en doğrusu. Tracy McGrady, sakatlıklarla dolu sezonun ardından, yeni sezona hazır olmak için ekstra çaba sarf ediyor. Pek çoğunun umudu kalmadı. Ama eğer olur da, gerçekten geri dönerse, bu karşılaşmayı daha da özel kılabilir. Bu maçın listede yer almasının birincil sebebi, Ariza'nın takımdan ayrıldıktan sonra, ilk kez eski takımına karşı, Staples Center'da mücadele edecek olması. İkincil sebep olarak da, geçen Play-off'larda yaşanan rekabet gösterilebilir.

7-) 8 Ocak, Lakers @ Blazers: 2008-09'da, normal sezonun sonlarına doğru Batı lideri olacağı kesinleşen Los Angeles Lakers'ın yegane çekindiği takımdı, Blazers. Daha da açmak gerekirse, Play-off'larda eşleşmek istemedikleri takımdı. Yıllardır çok sıkıntılı deplasmanlar yaşıyorlar Portland'da ve son olarak geçtiğimiz sezon, 30 küsur sayı fark yiyerek Los Angeles'e geri dönmüşlerdi. Blazers, yaz sezonunda Hidayet Türkoğlu'nu elinden kaçırdıktan sonra, iştahını da biraz kaçırdı aslında. Çok istiyorlardı Hidayet'i ve serbest oyuncu piyasasında Portland takımı için, en uygun isim olarak görünüyordu. Ondan sonra, Lamar Odom ve David Lee ile ilgili haberler çıkmasına rağmen, Andre Miller ile sözleşme imzalandı. Steve Blake'den daha iyi bir oyuncu ve tecrübesine de diyecek bir şey yok. Ama, aranan kan olup olmadığı ciddi şekilde sorgulanabilir. Sonuç olarak, istediği ve beklediği ölçüde bir güç kazanamadı, Blazers. Yıllardır Rose Garden'da kabus yaşayan Los Angeles Lakers, bu kez makus talihini kırmak isteyecek.

8-) 18 Ocak, Magic @ Lakers: Hepsi arka arkaya gelince, "mutlaka izlenmesi gereken 10 maç" listesinden çok, "Los Angeles Lakers'ın bu sezon mutlaka izlenmesi gereken maçları" haline geldi liste, kabul ediyorum. Ama, geçen sezonun finalistlerini de bu sebepten dolayı pas geçemezdik. Final serisinde kazandığı tek maçı, kendi sahası Amway Arena'da kazanmış Magic bu kez, Staples Center'da bir galibiyeti hedefliyor olacak. 18 Ocak tarihi aynı zamanda Martin Luther King Günü demek, Amerikalılar için. Dolayısıyla, 18 Ocak gecesi bu karşılaşma dışında da, özel karşılaşmalar bulunuyor programda. Dallas Mavericks - Boston Celtics gibi.

9-) 31 Ocak ve 18 Şubat: Bu iki tarihteki karşılaşmaları ayırmak istemedim açıkçası. İkisinden birini listeye almamak da aklıma yatmadı doğrusu. Tarihleri yazdık, ama hangi takımların karşılaşacağını yazmadık. Gerçi, girişten anlaşılmıştır hangi rekabetten bahsettiğimiz. 31 Ocak'ta Lakers, Celtics karşısına çıkacak, TD Garden'da. 18 Şubat'ta Celtics, Lakers'ın karşısına, Staples Center'da. 2008 Finalleri'ndeki müthiş serinin ardından, geçen yılın finallerinde de iki takım bekleniyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, Magic-Lakers serisinden çok daha büyük heyecana sahip olabilirdi, olası bir Celtics-Lakers serisi. Geçen sezon, Christmas'ta oynanan maçı Los Angeles Lakers kazanmıştı kendi evinde. İkinci karşılaşma, oldukça çekişmeli geçmişti ve 2007-08 sezonunda tam 4 defa TD Garden'dan boynu bükük ayrılan Lakers, ezeli rakibini 1 sayı farkla mağlup etmişti. Sezonun sonlarına doğru fikstürde kendine yer bulan bu maçlar, lig sıralamasını da fazlasıyla etkileyebilir.

10-) 11 Nisan, Doubleheader: NBA'nin özel olarak belli aralıklarla fikstüre serpiştirdiği ve "Doubleheader" adı verdiği karşılaşmalar vardır her sezon. 11 Nisan'daki "Doubleheader" sezonun son doubleheader'ı. Muhtemelen de en görkemlisi. Gecenin ilk maçında Cavaliers, Magic'i konuk ediyor. Ardından da Lakers, Blazers'ı. Arka arkaya izlenecek bu maçlar sonrasında, Play-off havasına girmek için hazır olacağız.

Başlamasına yaklaşık 80 gün gibi uzun bir süre olan NBA'in yeni sezonu, şimdiden, sadece yukarıdaki listedeki maçlarla bile basketbolseverleri heyecanlandırmaya yetiyor. Umarım, beklendiği ve sıkça dile getirildiği gibi, NBA'in en büyük şampiyonluk mücadelelerinden birine tanık olduğumuz bir sezon olur. "Herkese şimdiden iyi seyirler" desem, biraz fazla mı erken olur acaba?